Deyimsel Fiiller | Phrasal Verbs
Kimi kaynaklarda “iki sözcüklü fiil”, kimilerinde “deyimsel fiil”, kimilerinde ise “takım fiil” diye söz edilen bu tür fiiller, bir zarf (adverbial particle) ya da bir edatla (preposition) birlikte kullanılırlar. Fiil, yalın hâldeki anlamını, bu sözcükleri alarak kaybeder, yani asıl anlamından farklı bir anlam kazanır:
go = gitmek; go on = devam etmek
get = almak; get off = (araçtan) inmek
İngilizcede yaygın olarak kullanılan phrasal verb’ler, nesne alanlar ve almayanlar olarak iki gruba ayrılır:
Nesne alanlar
She took off her shirt. (Gömleğini çıkarttı.)
Bu tür phrasal verb’lerde nesne, eğer açık açık yazılmışsa, sona gelebildiği gibi araya da yazılabilir. Bu durumda anlam değişikliği olmaz:
She took her shirt off. = She took off her shirt.
Gömleğini çıkardı.
Ancak nesne eğer bir zamir (pronoun) ise araya yazılır:
She took it off. (She took off it. denmez.)
Onu çıkardı.
The company turned down his proposal. = The company turned his proposal down.
Şirket, önerisini geri çevirdi.
The company turned it down.
Şirket, onu geri çevirdi.
Nesne aldığı hâlde, yukarıdakilerin tersine, bu nesneyi araya almayan phrasal verb’ler de vardır:
I got on the bus. (Otobüse bindim.)
Bu cümle I got the bus on. olarak kullanılamaz. Dolayısıyla bu tür phrasal verb’ler, zamirleri sona alırlar:
I got on it.
Ona bindim.
Nesne almayanlar
Bu tür phrasal verb’ler, “neyi, neye?” sorularına cevap vermeyenlerdir:
The news of the defeat was censored, but it soon got about.
Yenilgi haberi sansür edildi ama çabucak yayıldı.
The train got in five minutes early.
Tren beş dakika erken geldi.
The teapot just came apart in my hands.
Çaydanlık elimde parçalara ayrıldı.
Three of the runners dropped out.
Koşuculardan üçü yarış dışı kaldı.
Aşağıda, İngilizcede en çok kullanılan phrasal verb’lere örnekler verilmiştir:
account for (= açıklamak, hesabını vermek)
Can you account for why our team lost?
Bizim takımın niye kaybettiğini açıklayabilir misin?
act for (= birinin yerine bakmak, temsil etmek)
As the manager is ill, I am asking Tom to act for him.
Müdür hasta olduğu için Tom’dan onun yerine bakmasını isteyeceğim.
agree on (= üzerinde anlaşmak, karar vermek)
We’ve agreed on Italy for our holiday next month.
Önümüzdeki ay yapacağımız tatili İtalya’da yapmaya karar verdik.
allow for (= göz önüne almak, hesaba katmak)
We have to allow for the child’s age.
Çocuğun yaşını göz önüne almak zorundayız.
ask for (= istemek)
The bus drivers are asking for another increase in pay.
Otobüs şoförleri ücretlerine bir zam daha istiyorlar.
back up (= desteklemek)
We need further facts to back up our statements.
Söylediklerimizi destekleyecek daha fazla gerçeğe ihtiyacımız var.
blow up (= havaya uç(ur)mak)
A factory blew up in the North of Italy.
İtalya’nın kuzeyinde bir fabrika havaya uçtu.
break down (= arızalanmak, bozulmak)
The car broke down on the way to the airport and I had to get a taxi.
Havalimanına giderken araba bozuldu ve taksiye binmek zorunda kaldım.
break into (= zorla girmek)
The thief waited until it was dark enough to break into the house.
Hırsız, havanın eve girilebilecek kadar kararmasını bekledi.
break off (= bitmek, sona ermek, kesilmek)
Relations between Greece and Turkey have broken off.
Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler sona erdi.
break out (= patlak vermek, başlamak, çıkmak)
Fire broke out in the school last night.
Dün gece okulda yangın çıktı.
come across (= tesadüfen bulmak, rastlamak)
I came across this old book in that bookshop.
Bu kitabı şans eseri şu kitapçıda buldum.
come down (= çökmek; yağmak)
The ceiling came down on our heads.
Tavan başımıza çöktü.
The rain came down in bucketfuls.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı.
come to (= ayılmak, kendine gelmek)
All I can remember when I came to is my mother’s anxious face.
Kendime geldiğimde tüm hatırladığım annemin endişeli yüzü.
get by (= geçinmek, geçinip gitmek; idare etmek)
How can you get by on so little money?
Bu kadar az parayla nasıl geçinebiliyorsunuz?
We can get by with five computers at the moment, but we’ll need a couple more when the new staff arrive.
Şu anda beş bilgisayarla idare ediyoruz ama yeni personel gelince bir iki tane daha gerekecek.
get down to (= bir işe koyulmak, üzerine eğilmek)
I must get down to sorting out that pile of papers on my desk.
Masamdaki şu kâğıt tomarını ayırmaya koyulmalıyım.
get off (= yola çıkmak, yola koyulmak; inmek)
We have to get off early tomorrow.
Yarın yola erken çıkmamız lazım.
They got off the bus and walked away.
Otobüsten indiler ve yürüyüp gittiler.
get on (= binmek; geçip gitmek, geçmek; devam etmek, sürdürmek)
They got on the plane.
Uçağa bindiler.
Time is getting on.
Zaman geçip gidiyor.
Get on with your work!
İşine devam et!, sen işine bak!
get over (= atlatmak, üstesinden gelmek)
Sooner or later you’ll get over the shock.
Er geç şoku atlatacaksın.
How shall we get over this difficulty?
Bu güçlüğün üstesinden nasıl geleceğiz?
get round (= ikna etmek)
He doesn’t want to let us go, but I know I can get him round.
Bizi göndermek istemiyor ama onu ikna edebileceğimi biliyorum.
get through (= telefonda birisine ulaşmak; meclisten geçirmek)
I tried to phone you but I couldn’t get through.
Sana telefon etmeye çalıştım ama sana ulaşamadım.
The government managed to get the new law through despite strong opposition.
Güçlü muhalefete karşın hükûmet yeni yasayı meclisten geçirebildi.
get up (= yataktan kalkmak)
What time do you normally get up?
Normalde saat kaçta kalkıyorsun?
run across (= rastlamak, karşılaşmak)
I ran across an old friend in the street.
Caddede eski bir dostumla karşılaştım.
run into (= çarpmak, toslamak, bindirmek; rastlamak)
The bus driver went too fast round the corner and ran into a tree.
Otobüs şoförü köşeden hızlı döndü ve bir ağaca bindirdi.
Guess who I ran into at Taksim today?
Bil bakalım bugün Taksim’de kime rastladım?
run out (= bitmek, tükenmek)
Our food soon ran out.
Yiyeceğimiz çabucak bitti.
run over (= ezmek, çiğnemek)
I ran over a rabbit this morning.
Bu sabah bir tavşan ezdim.
see off (= uğurlamak, yolcu etmek)
They saw me off at the airport.
Beni havalimanından yolcu ettiler.
see to (= ilgilenmek, göz kulak olmak, bakmak)
Will you see to the children?
Çocuklara bakar mısın?
take after (= benzemek, çekmek)
Susan really takes after her father; she has the same eyes and nose.
Susan gerçekten babasına çekmiş; gözlerini ve burnunu ondan almış.
take for (= başkasına benzetmek, başkasıyla karıştırmak)
I took you for Daniel when I saw you this morning.
Bu sabah seni gördüğümde Daniel’e benzettim.
take off (= çıkarmak; havalanmak, kalkmak)
Take your shirt off.
Gömleğini çıkart.
The plane took off at 9 a.m.
Uçak sabah 9’da kalktı.
take over (= yönetimini üstlenmek, devralmak)
Our firm took over two packing companies last year.
Bizim firma geçen yıl iki ambalaj şirketini devraldı.
take up (= meşgul olmak, uğraşmak)
Peter took up acting while he was at college.
Peter okuldayken tiyatro ile uğraştı.
Bu konunun anlatımında http://www.ekremuzbay.com/ sitesindeki verilerden faydalanılmıştır.
Şimdi videolarla öğrendiklerimizi pekiştirelim: